Kentte yabancılaşma ve kent aidiyeti konusuna geçmeden önce, ilk yazımda belirttiğim gibi, her şeyden önce kent kültürüne sınıfsal bir yaklaşımla bakılması gerektiğini düşünmekteyim. Bir kentte yaşayan yurttaşların kentteki rolü, sınıfsal kimliği, kültürel ve ekonomik koşulları göz önünde bulundurulmadan yapılacak bir kent aidiyeti sorgulaması eksik kalacaktır.
Günümüzde yaşanan ekonomik sorunlar, yaşam standartlarının düşmesi, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve eşitsiz gelişim gibi birçok etken, bireylerin kentle kurduğu bağı doğrudan etkilemektedir. Bu çerçevede kent aidiyeti ve kentteki yabancılaşmayı değerlendirirken, aidiyet kuramamanın temelinde hem “kent kültürü”nün hem de “kentlilik kültürü”nün yeterince beslenememesi yatar. Bununla birlikte, en önemli başlıklardan biri de birey odaklı kalkınmadır.
Birey Odaklı Kalkınma
Kent aidiyeti; bireyin kentle kültürel ve duygusal bir bağ kurması anlamına gelirken, birey odaklı kalkınma ise kentsel gelişim süreçlerinde insanın refahını, ihtiyaçlarını ve katılımını merkeze almayı hedefler. Bu bağlamda kent aidiyeti, birey odaklı kalkınmanın hem bir hedefi hem de aracıdır. Temel düşünce şudur: Kalkınma bireyin yaşam kalitesini ve ekonomik özgürlüğünü artırıyorsa, bu beraberinde karar alma süreçlerine katılımı da güçlendirir ve aidiyet duygusunu pekiştirir.
Kent aidiyetinin kurulamamasının temel nedenlerinden bazıları şunlardır:
Geçicilik ve yüksek hareketlilik: Modern kentlerde iş, eğitim veya konut nedeniyle sık taşınmalar, komşuluk bağlarının zayıflamasına yol açar. “Burada kalıcı değilim” algısı, yatırımı, gönüllülüğü ve toplumsal paylaşıma katılım isteğini azaltır.
Vatandaşın karar süreçlerinden dışlanması: Katılımın olmadığı planlama süreçlerinde yurttaş projelere sahip çıkmaz. “Bizden kopuk” mekânlar — apartman blokları, alışveriş merkezleri — aidiyet değil, yabancılaşma hissi yaratır. Bu da tepeden inme bir kentleşme politikasının sonucudur. Kent planlamasında insan değil, rant öncelikli olduğunda birey, yaşadığı yeri yalnızca “barınılacak bir yer” olarak görür.
Kamusal buluşma alanlarının eksikliği: Park, meydan, semt kahvesi, mahalle evi gibi sosyal etkileşimi güçlendiren alanların yetersizliği, komşuluk ilişkilerini ve ortak anı birikimini kısıtlar. Böylece “ortak hikâye” oluşturacak sahneler azalır.
Sınıfsal ve mekânsal ayrışma: Farklı gelir gruplarının iç içe yaşamaması; eğitim, sağlık ve kültürel hizmetlere erişimdeki eşitsizlik, kentliler arasında “öteki” algısını güçlendirir. Bu durum, sosyal birliktelik duygusunu zayıflatır ve kent mekânı içerisinde ayrışmayı derinleştirir.
Yerel kimliğe ilgisizlik: Gelenekler, zanaatlar, yerel tarih ve kültürel aktarım süreçlerinin ihmal edilmesi, kentlinin kimliğini tamamlayamaz. Kentin geçmişi ile bugünü arasındaki bağ kurulamadan aidiyet hissi inşa edilemez.
Katılım mekanizmalarının yetersizliği: Belediye meclisleri, kent konseyleri, danışma kurulları ve mahalle toplantıları gibi yapılar etkili, düzenli ve erişilebilir olmadığında yurttaş, “Zaten beni dinlemiyorlar” düşüncesine kapılır. Bu da “Gönüllü olsam bile sesimi duyuramadım” hissiyle birlikte geri çekilmeyi ve zamanla kente yabancılaşmayı getirir.
Kültürel çeşitliliğin görünür olmaması: Farklı köken, etnik ve kültürel grupların kent hayatında yer bulamaması ya da görünürlüklerinin azlığı, yerel yönetimlerin kolaylaştırıcı rol üstlenmemesi; aidiyet duygusunun yalnızca çoğunluğa aitmiş gibi algılanmasına neden olur.

Tüm bu etkenler bir araya geldiğinde, “Benim kentim, ben buraya aidim” düşüncesi sosyal, kültürel ve mekânsal karşılık bulamaz hale gelir. Oysa yaşanılan mahalledeki kreş, kütüphane, okul, sağlık ocağı gibi yapılar entegre bir yaşam alanı oluşturur. Birey, bu yapılar aracılığıyla ortak karar alma kültürünü deneyimler ve kolektif yaşam pratikleri geliştirir. Bu da mekâna ve kente karşı sahiplenme duygusunu pekiştirir.
Ayrıca, merkezi düzende konutların piyasa metası olmaktan çıkarılması, bireyin mekânlarla kurduğu ilişkiyi maddi değil toplumsal bir düzleme taşır. Bu anlayışta birey, kent mekânında yalnızca bir kullanıcı değil; toplumsal üretimin ve kolektif yaşamın öznesidir.
Sonuç
Bir kentlinin yaşam standartları, ekonomik koşulları ve sınıfsal konumu dikkate alınarak kentle olan aidiyet duygusunun korunabilmesi ya da yeniden tesis edilebilmesi için, bireyin kente dair yönetim süreçlerine, yerel iş birliklerine ve kamusal yaşamı canlandıracak kültürel faaliyetlere dahil edilmesi gerekir. Aidiyeti sadece bir his değil, aynı zamanda sosyal bir hak olarak görüp bu yönde politikalar geliştirmek şarttır.
Not: 3. Yazıda Kent Belleği nedir ve Nasıl İnşa Edilir? Konusunu ele alacağız. Bu konuyu Silivri ölçeğinde de değerlendirmeye çalışacağım.
Herkese selamlar
Burak Mumcu – [email protected]